18 Mart 2010 Perşembe

VİDEO - İNSANLARIN MUTSUZLUĞUNUN GERÇEK KÖKENİ İMANİ TEREDDÜTTÜR.

 

 

 

GİRİŞ


Şöyle geçmişe doğru bir bakıp bugüne kadar yaşadıklarınızı kısaca gözden geçirecek olsanız, on yıllara sığan olayların aslında dakikaları aşmadığını görürsünüz. Bir zamanlar çok önemli olduğunu düşündüğünüz, kimi zaman heyecanla kimi zaman endişeyle kimi zaman da merakla beklediğiniz tüm olaylar sizin için artık birer hatıra olmuştur. Tüm bunlardan dünyevi anlamda geriye kalan sadece hafızanızdaki bilgilerden ibarettir. Ancak tüm bu zaman dilimi içerisinde sarf etmiş olduğunuz her söz, göstermiş olduğunuz her tavır, aklınızdan geçirdiğiniz her düşünce, Allah Katında saklanmış durumdadır.


Her insanın mutlak olarak karşılaşacağı ölüm gerçeğiyle birlikte bu bilgiler önünüze dökülecektir. Sizin hafızanızda artık dakikalarla ifade ettiğiniz ömrünüz Allah Katında size an an, dakika dakika, tek bir saniyesi bile eksik olmadan sunulacaktır.


Eğer ömrünüzü, Allah'ın hayatınız üzerindeki mutlak hakimiyetini ve hikmetli yaratışını fark ederek geçirdiyseniz, karşınıza çıkan tüm olayları hayra yorup, Allah'ın kaderinizi en hayırlı şekilde yarattığının şuuruna vardıysanız, bilin ki sonuç sizin için yine hayır olacaktır.

Çünkü ölüm ile birlikte insanın karşı karşıya kalabileceği sadece iki ihtimal vardır; eğer insan ömrünü Allah'ın razı olduğu ahlakı yaşayarak geçirmişse, sonsuz bir kurtuluşla, aksindeyse sonsuz bir azapla karşılık bulacaktır. Allah'ın hoşnut olacağını bildirdiği ahlak ise, insanın, herşeyin O'ndan geldiğini bilerek, her an her şart ve durumda O'na şükretmesi, tüm hayatını her olayda bir hayır olduğuna iman ederek yaşamasıdır.


İnsanın yaşadığı tüm olaylardan hoşnut olabilmesi, her olayda bir hayır olduğuna iman etmesi ve her an Allah'a karşı şükredici bir tavır gösterebilmesi ise, son derece kolaydır. Bu, Allah'ın büyüklüğünü ve üstünlüğünü kavramanın insanı ulaştırdığı kesin bir gerçektir. Bunun için insanın yaşadığı dünyayı ve bu dünyada karşılaştığı her detayı yaratan Rabbimiz'i tanıması O'nu gereği gibi takdir edebilmesi yeterlidir.


İnsanın gözlerini dünyaya açtığı andan itibaren karşılaştığı her olayı, duyduğu her sözü, muhatap olduğu her detayı yaratan Yüce Allah'tır. Allah sonsuz kuvvet, sonsuz akıl, sonsuz adalet ve sonsuz hikmet sahibidir.


Kuran'da, "Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık" (Kamer Suresi, 49) ayetiyle de bildirildiği gibi Allah herşeyi belirli bir plan ve hikmet doğrultusunda yaratmaktadır. Allah'ın bu sonsuz güç ve üstünlüğüne karşılık insan ise son derece sınırlı ve aciz bir varlıktır.


Hayatta kalabilmek için Allah'ın kendisine imkan tanımasına ve nimet vermesine muhtaçtır. Aklı ve anlayışı, ancak Allah'ın kendisine öğrettiği kadarını kavramaya yeterlidir. Bu durumda Allah'ın sonsuz aklına ve sonsuz hikmetlerle dolu yaratışına teslim olmak insan için büyük bir ihtiyaçtır. Her yaşadığı olayda Allah'ın tüm evrenin ve tüm varlıkların hakimi olduğunu bilecek, kendisinin göremediği, bilemediği olayları Allah'ın görüp bildiğini, kendisinin duyamadığı sesleri O'nun duyduğunu, yine kendisinin habersiz olduğu geçmişteki ve gelecekteki tüm gelişmeleri Rabbimiz'in bildiğini düşünecek ve böylece de Allah'ın her olayı olabilecek en hikmetli ve en hayırlı şekilde yarattığını görecektir. Bu gerçeğe iman etmek de ona, hayatın her anına şükredebilmeyi bilen üstün bir ahlak kazandıracaktır. Bir başka şekilde ifade edecek olursak, insan yaşadığı bu iman ile duyduğu her sese, gördüğü her görüntüye, yaşadığı her olaya, kısacası hayatın her anına "hayır gözüyle bakacak" ve böylece hayatı en gerçek ve en doğru şekliyle yorumlayabilmiş olacaktır.


Ve ayette, "Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör" (İnsan Suresi, 3) hükmüyle haber verilen seçenekler arasından en doğrusunu seçerek, yaşamın en hayırlı sonucunu alacak ve Allah'ın izniyle en hayırlı hayat olan sonsuz cennet hayatına kavuşmayı umut edecektir.


İşte bu kitabın amacı da insanlara hayatı, yaşanan her anı, her olayı hayra yorarak yaşamanın güzelliğini gösterebilmek, kaderin her saniyesine hayır gözüyle bakmanın insana dünyada ve ahirette getireceği nimetleri hatırlatabilmektir. Yine aynı şekilde insanın hayırları görebilmesini engelleyen perdeleri ortadan kaldırarak, aksi bir hayat şeklinden kurtulabilmesini sağlayabilmektir.


İnsanın kaderinin her anına sadece diliyle değil, kalbiyle de "vardır bir hayır" diyebileceği, yaşadığı zorluklara tahammülle değil kalpten gelen güzel bir teslimiyetle ve hoşnutlukla sabır gösterebileceği bir ahlaka teşvik etmektir. Kaderin kusursuz yaratıldığını hatırlatarak tüm inananları Allah'ın sonsuz aklına teslim olmanın neşesini yaşamaya çağırmaktır.

HERŞEYİ HAYRA YORMAK


Olayları hayra yormak aslında toplumun büyük çoğunluğunun aşina olduğu bir deyimdir. Birçok insan günlük hayatlarında sık sık "vardır bir hayır" ya da "hayırdır inşaAllah" gibi sözleri kullanırlar. Ancak bu kullanım genellikle ya ağız alışkanlığından ya da bu sözlerin halk arasında gelenekselleşmiş olmasından kaynaklanır. Yoksa bu insanlar hayra yormanın gerçek anlamda ne ifade ettiğinin ya da bu anlayışın günlük hayata nasıl aktarılacağının bilincinde değildirler. Hatta, kimileri bu sözün bir deyimin ötesinde yaşama geçirilebilecek nitelikte bir anlam taşıyabileceğinin bile farkında değildir.


Oysa insanın iyi ya da kötü, olumlu ya da olumsuz gibi görünen tüm olayları her ne olursa olsun mutlaka hayra yorması, Allah'a karşı duyulan samimi imandan kaynaklanan önemli bir ahlak özelliği ve yine imanın getirdiği bir yaşam şeklidir. Ve bu gerçeğin farkına varmak da insana dünyada ve ahirette tüm nimetlerin kapısını açan, kişinin hayatına huzur ve esenlik getiren önemli bir konudur.


Gün içinde müminin hiçbir şeye üzülüp karamsarlığa kapılmaması, imanı doğru anladığının bir göstergesidir. Karşılaşılan olayları hayır gözüyle değerlendirememek, sürekli tedirgin ve ümitsiz bir ruh hali içinde yaşamak, aksilik beklentisi içinde olmak, hüzne kapılıp duygusallaşmak ise, tertemiz, açık bir imanı puslu anlamanın alametleridir. Bu pus hemen kaldırılmalı, kesintisiz iman neşesi sabit hayat özelliği haline getirilmelidir. Allah'a iman eden bir insan terslik veya hata gibi görünen bir olayla karşılaştığında, aslında bunun kendisi için mutlaka en hayırlısı olduğunu bilmelidir. "Aksilik", "terslik", "keşke" gibi kelimeleri ise ancak ders almak, ibret çıkarmak amacıyla kullanmalıdır. Yani, "bu olay hikmetli ve hayırlı, fakat bir dahaki sefer aynı hatayı yapmayayım, şu an öğrendiğim şekilde doğrusunu yapayım" şeklinde bir bakış açısı içinde olmalıdır. Tekrar aynı zorlukla karşılaşırsa veya aynı hataya düşerse, yine hayır ve hikmetle yaratıldığını aklından asla çıkarmamalı ve "bir dahaki sefere doğrusunu yapayım" diye niyet etmelidir. Hatta aynı olay defalarca da tekrarlansa, yine de Müslüman için bu durumda bir hayır olduğunu bilmelidir; çünkü bu, Allah'ın kanunudur ve Allah'ın kanunu asla bozulmaz.


Bir insanın nefsinin mutmain, dengeli hale gelmesi ise Allah'tan gelen hayır ve hikmetin kesintisiz devam ettiğini bilmesi ile olur. Bu hakikati kavramak dünyada mümin için büyük bir nimettir. Din ahlakından uzak, inkar içindeki insan kesintisiz azap içindedir; her olayı kendi aleyhinde yorumlar. Ve bundan dolayı da sürekli sıkıntı içindedir. Mümin ise olayların hikmet ve hayır yönlerini görebilmenin sevincini yaşar.


İşte bu yüzden ortalı bir tavır içinde olmak, karşılaştığı olayları hem hayra hem şerre yorarak azap içinde kalmak ahirette mümine büyük utanç verebilir. Bu kadar açık ve kolay olan bir gerçeği tembellik ve gafletle anlamazlıktan gelmek, vicdana ve akla tam kabul ettirmemek ahirette ve dünyada azap içinde yaşamaya sebep olabilir. Bilinmelidir ki, Allah'ın hazırladığı kader bütün olarak kusursuz yaratılmıştır. Milyonlarca olaydan oluşan bu bütünde, hayır gözüyle bakan insan için sadece güzellikler, hayırlar ve hikmetler vardır. İmanlı bir mümin irade ve akıl ile gün içinde hiçbir olayda şeytanın tuzağına düşmez. Olayın şekli, kişileri, günü, yeri ne olursa olsun hayır hükmünde olduğunu asla unutmaz. Kendisi o an bu hayrı göremiyor olabilir, ama önemli olan herşeyin hayırla yaratıldığına kesin olarak inanmaktır.


Ne var ki insan kimi zaman aceleci yapısı nedeniyle karşılaştığı olaydaki hayrı hemen görmek isteyebilir. Eğer bunu o an için göremezse, kendisinin zararına olacak şeylerde ısrarcı ve inatçı bir tavır sergileyebilir. Kuran'da insanın bu aceleci yönü şöyle bildirilmiştir:


İnsan hayra dua ettiği gibi, şerre de dua etmektedir. İnsan pek acelecidir. (İsra Suresi, 11)


Oysa insanın kendi doğru ve iyi gördüğü şeylerde ısrar etmesi, bunlara ulaşmak için acele etmesi, hırsa kapılması değil, Allah'ın karşısına çıkardığı olaylardaki hikmetleri ve hayırları görebilmek için çalışması gerekir. Örneğin bir insan maddi imkanlarının genişlemesini çok istiyor ve bunun için çaba harcıyor olabilir. Ancak tüm çabasına rağmen bu isteği uzun bir süre, hatta hiçbir zaman gerçekleşmeyebilir. Bu durumu kendisinin aleyhine değerlendiren insan ise yanılır. Elbette herkes Allah rızası için kullanmak üzere malca ve mülkçe zenginleşmek için dua edebilir. Ancak bu, gecikiyorsa veya hiç gerçekleşmiyorsa bunda büyük hayırlar vardır. Belki belirli bir olgunluğa ulaşmadan elde edeceği zenginlik insanı Allah yolundan saptıracak, şeytanın tuzağına düşürecektir. Böyle bir olayın ardında, insanın yakın zamanda görebileceği veya ancak ahirette kavrayabileceği buna benzer daha pek çok hayır gizlenmiş olabilir. Bir başka örnek olarak ise bir iş adamı, çalışma hayatında büyük başarı elde edebileceği çok önemli bir toplantıyı kaçırabilir. Ama belki o toplantıya gitse yolda bir trafik kazası geçirecektir ya da toplantı başka bir şehirdeyse bindiği uçak düşecektir.


Elbette bunlar çok genel örneklerdir ve her insan yaşamında bu tarz olaylarla karşılaşmıştır. İlk bakışta ters gidiyor gibi görünen olayların birçok hayrını görmüştür. Ama şunu unutmamak gerekir ki, kişi ilk bakışta terslik gibi görünen bu olayların hayrını henüz kavrayamamış da olabilir. Çünkü biraz önce de belirttiğimiz gibi insanın bir olaydaki hayrı kısa süre içinde görmesi gibi bir şart yoktur. İnsan belki bir olayın hayrını seneler sonra öğrenebilir veya hiç öğrenmeyebilir. Belki de Allah, karşılaştığı zor bir durumun hayrını ona ahirette gösterecektir. Sonuç olarak tevekküllü ve kadere teslim olmuş bir insanın yapması gereken, her olayı -kendi hikmetini kavrasın veya kavramasın- hayır gözüyle değerlendirmek ve herşeyden razı olmaktır.


Ancak şunu da özellikle belirtmek gerekir ki "hayır gözüyle bakmak", olayları görmezlikten gelmek, umursamamak ya da aşırı iyimser davranmak demek değildir. Tam tersine, her insan karşılaştığı olaylarda elinden gelen tüm tedbirleri almakla, her yolu denemekle yükümlüdür. Olayın bu yönünün de mutlaka göz önünde bulundurulması gerekir çünkü cahiliye ahlakında farklı anlayışlar geliştiren insanlar da vardır. Örneğin cahiliye toplumunda olaylara kayıtsız kalan ve son derece umursamaz davranan belli bir kesim vardır ki, bunlar her olayı aşırı iyimser değerlendirirler. Böyle insanlara toplum içerisinde genellikle "hayata pembe gözlüklerle bakıyor" denilir. Bu kişiler hem olaylara karşı umursamaz yaklaştıkları hem de çözüm getirmek yerine çocuksu bir iyimserlik ve saflıkla hareket ettikleri için akılcı tavırlar gösteremezler. Örneğin, kendisine ciddi bir hastalık teşhisi konulan kişi "boşver, bir şey olmaz" mantığıyla hareket ederse hastalığı daha da ilerleyecektir. Ya da evi soyulduğu halde tedbir almayı gereksiz gören insan, yeni hırsızlara kendi eliyle imkan sağlamış olacaktır.


Kuşkusuz böylesine saf bir yaklaşımın bu kitapta bahsedilen hayra yormak ve tevekkül kavramları ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu tarz tavırlar açıkça umursamazlıktır. Nitekim bu modeldeki akılcılıktan uzak insanların aksine müminler, bir olay karşısında ellerinden gelen tüm gayreti göstererek fiilen de bir çaba harcarlar; yani bir nevi "fiili dua" yapmış olurlar. Ancak bu çabayı gösterirken, her işin sonucunun Allah'ın dilediği şekilde gerçekleşeceğini de akıllarından bir an olsun çıkarmazlar.


Kuran'da bu gerçeğin bilincinde olan peygamberlerin ve salih müminlerin yaşamlarından örnekler verilmiş, zorluk ve baskılar karşısındaki tevekküllü tavırları insanlara örnek gösterilmiştir. Bu örneklerden biri Hz. Hud'un inkarcı kavminin tehditlerine karşı verdiği, tevekküllü ve Allah'a olan teslimiyetini gösteren cevabıdır. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

"Ey Hud" dediler. "Sen bize apaçık bir belge (mucize) ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terk etmeyiz. Sana iman edecek de değiliz."

"Biz: 'Bazı ilahlarımız seni çok kötü çarpmıştır' (demekten) başka bir şey söylemeyiz." Dedi ki: "Allah'ı şahid tutarım, siz de şahidler olun ki, gerçekten ben, sizin şirk koştuklarınızdan uzağım."

"O'nun dışındaki (tanrılardan). Artık siz bana, toplu olarak dilediğiniz tuzağı kurun, sonra bana süre tanımayın."

"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)"

"Buna rağmen yüz çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, herşeyi gözetleyip-koruyandır." (Hud Suresi, 53-57)

CAHİLİYE TOPLUMUNUN OLAYLARA BAKIŞ AÇISI


Bazı insanlar başlarına gelen olayları, kendi mantık örgülerine göre, "iyi veya kötü" şeklinde belirli kategorilere ayırırlar. Bu sınıflandırmayı yaparken, kendi alışkanlıklarını ve toplumsal gelenekleri göz önünde bulundururlar. Olaylar karşısında gösterdikleri tepkiler de olayların şiddetine ve şekline göre değişiklikler gösterir, ama sonuç olarak yaşadıkları toplumun belirlediği kalıplar içindedir.


Her insanın çocukluk yıllarından itibaren geleceğe yönelik birtakım planları vardır. Ancak olaylar her zaman insanların düşündüğü ya da planladığı şekilde gelişmeyebilir. Beklenmedik olaylar, umulmadık gelişmeler zaman zaman her insanın hayatında yer alabilir. Kimi zaman herşey insanın tam istediği, arzuladığı şekilde gerçekleşirken kimi zaman da ilk bakışta aksilik gibi görünen pek çok olay art arda gelebilir. Çok sağlıklı görünen bir kimse bir anda ölümcül bir hastalığa yakalanabilir ya da bir kaza sonucunda sağlığını yitirebilir. Yine çok zengin bir insan hiç ummadığı bir anda tüm mal varlığını kaybedebilir.


Genellikle insanlar hayatları boyunca karşı karşıya kaldıkları bu inişler ve çıkışlar karşısında farklı tepkiler verebilirler. Olaylar arzuladıkları şekilde geliştiği ve menfaatlerine bir zarar gelmediği sürece olumlu tepkiler verir, ancak beklenmedik gelişmelerle karşılaştıklarında hemen memnuniyetsiz ve hatta isyan eden bir tavır içerisine girerler. Olayların önemine ve sonuçlarına göre bu isyankar tavırları daha da şiddetlenir.

Temelde ortak olan bu karakteri cahiliye toplumlarının genelinde görmek mümkündür. Ancak bu insanların bir kısmı memnuniyetsizlikle karşıladıkları bu olaylar karşısında yine de "vardır bir hayır" ya da "hayırdır inşaAllah" gibi sözler sarf etmeyi de ihmal etmezler. Ancak bu kimselerin bu konuşmaları -daha önce de belirttiğimiz gibi- tamamen bir ağız alışkanlığından ya da toplumda adet haline gelmiş olmasından kaynaklanır. Yoksa birçok kişi söyledikleri gibi yaşadıkları olaylarda gerçekten de bir hayır aramazlar.


Kimileri de zararsız ya da küçük olarak nitelendirdikleri aksilikler karşısında "vardır bir hayrı" diyerek geçebilirken, önemli ya da menfaatlerini ciddi şekilde zarara uğratacak nitelikteki olaylar karşısında hayırdan artık hiç söz etmezler. Söz gelimi işe giderken otobüsü kaçıran ya da arabası bozulan bir kişi böylesine küçük bir olayda "vardır bir hayrı" diyerek önemsemeyebilir. Ancak bu sebepten dolayı patronunun hakaretine maruz kalır veya işinden kovulursa, bu durumda hemen şikayet etmeye başlar. Ya da ucuz bir saati kaybolunca "bir hayır vardır" diyebilen bir insan, pırlanta yüzüğünü kaybettiğinde kendini kaybedecek dereceye gelebilir. Bu sınır "bam teli" olarak adlandırılır ve herkesin muhakkak "bam teline dokunan bir noktası" vardır. Kişinin hayır gözüyle bakabileceği ya da sabır gösterebileceği küçük olaylar vardır, ama olağandışı büyük bir hadise ile karşı karşıya kalındığı zaman her türlü olumsuz tavrı sergileyebilmeyi kendince en doğal hakkı olarak görür.


Kimi insanlar da, "hayır gözüyle bakmak" kavramını sadece teselli amacıyla kullanırlar. Yoksa insanın olayları hayır gözüyle değerlendirmesinin gerçekte ne anlam ifade ettiğinin bilincinde değildirler. Bunun sadece sıkıntıya düşen ya da zarara uğrayan dostların birbirlerini avutmak için ortaya attıkları bir teselli şekli olduğuna inanırlar. Söz gelimi iflas eden bir tanıdıklarını ya da sınıfta kalan bir arkadaşlarını yatıştırmak gerektiğinde "olsun, vardır bir hayır" ya da "olacağı varmış, hayra yormak lazım" gibi ifadeler kullanırlar. Olayın doğrudan muhatabı kendileri olduğunda ise hayırdan hiçbir şekilde söz etmezler. Bu durum, söyledikleri sözlerin anlamından tamamen habersiz olduklarının çok açık bir göstergesidir.

Bu gibi insanların yaşadıkları olumsuz gibi görünen tüm olaylarda bir hayır olabileceğini düşünmemeleri ise tümüyle temeldeki inanç bozukluklarından kaynaklanmaktadır. İnsanın hayatı boyunca her karşılaştığı olayı yaratanın Allah olduğunu, her işin belirli bir kader üzerine işlediğini ve dünya hayatının bir imtihan ortamı olduğunu kavramamış olması "hayır gözüyle bakabilmesine" kesin olarak engel teşkil eder.


Bu nedenle ilerleyen sayfalarda öncelikle yaşanılan olaylarda mutlaka bir hayır olduğuna inanmak ve bu hayırları görebilmek için kavranması gereken önemli bazı gerçeklere değineceğiz.

HAYIRLARI GÖREBİLMENİN YOLLARI


Her Olayı, Her Detayı Yaratanın Allah Olduğunu Bilmek...


İnsanların birçoğu olumlu olarak değerlendirdikleri olaylarla mutlu olurken, olumsuz ya da ters gidiyor gibi görünen olaylarla birlikte de hüzne kapılırlar. Oysaki iman eden insanlar için böyle bir sıkıntıya düşmek son derece yersizdir. Allah, Kuran'da her olayı salih kullarının hayrına yarattığını müjdelemiş, onlar için hiçbir zaman hüzün ve sıkıntı olamayacağını haber vermiştir.

Kuran'da anlatılan bu gerçeği kalbine sindiren bir insan, dünya hayatında her ne olayla karşılaşırsa karşılaşsın, durumundan hoşnut olmayı ve bu olayın ardında gizlenen güzellikleri ve hikmetleri görebilmeyi başarır.


Bazı insanlar ise, yıllar yılı içerisinde yaşadıkları bu dünyanın neden ve nasıl var olduğunu hiç düşünmeden hayatlarını sürdürmeyi yeğlerler. Elbette ki vicdanen karşılarına çıkan harikalıkların ve mükemmel düzenin bir Yaratıcısı olduğunun farkındadırlar. Ancak dünya hayatına olan sevgilerinden ya da karşı karşıya gelecekleri gerçekleri kabullenmek istemeyişlerinden dolayı Allah'ın varlığını düşünmekten kaçarlar. Günlük hayatta karşılaştıkları olayların tümünü Allah'ın bir plan ve bir hikmet doğrultusunda yarattığını görmezlikten gelir, bunları şans ya da tesadüf gibi hayali kavramlarla açıklamaya çalışırlar. Bu da onların olaylara hayır gözüyle bakmalarını, yaşadıklarından hikmetli sonuçlar çıkarabilmelerini engeller.


Kimileri de Allah'ın varlığını bilir, tüm evreni ve insanı yaratanın Allah olduğunu idrak ederler. Yağmuru yağdıranın, şimşeği çaktıranın ya da güneşi doğduranın Allah olduğunu bilirler. Aksi bir düşünceye asla ihtimal vermezler. Ancak günlük hayatta karşılarına çıkan olayların ya da küçük gibi görünen detayların Allah'tan bağımsız olarak geliştiğini sanırlar. Oysaki evlerine giren bir hırsızı, ayaklarına takılan bir taşı, yağan bir yağmuru, ürün veren ya da çoraklaşan bir araziyi, rast giden ya da zarara uğrayan bir işi, unutulup yanan bir yemeği de yaratan hep Allah'tır. Bu konuda insanın düşünce ufkunu alabildiğince genişleterek düşünmesi gerekir. Çünkü her olay, her detay Allah'ın bilgisi dahilinde var olur. Her olay çok ince bir plan üzerine Allah'ın sonsuz akıl ve hikmeti ile yaratılmıştır. İnsanın ayağına sıçrayan bir çamur damlasından tutun da, patlayan bir lastikten, ciltte oluşan bir pürüzden, bir hastalıktan, yolunda gitmiyor gibi görünen bir işe, yazılan bir yazıdan söylenen en ufak bir söze kadar herşeyi özel bir plan üzerine Allah insanın karşısına çıkarmaktadır.


İnsanın gözlerini dünyaya açtığı andan itibaren karşılaştığı iyi ya da kötü gibi görünen her olayı Allah yaratmaktadır. Yaşamı bir bütün olarak yeryüzünün tek hakimi olan Allah kontrol etmektedir. Allah kusursuz, mükemmel, hikmetli ve en güzel şekilde yaratandır. Bu, Yüce Allah'ın yaratmış olduğu kaderdir; Allah'ın yarattığı kaderdeki olaylar arasından bir kısmını ayırıp bir kenara almak ve bunlara iyi diğerlerine ise kötü gibi bir yakıştırma yapmak mümkün değildir. Öyleyse insana düşen bu mükemmelliği görüp takdir etmek ve Allah'ın aklının olabilecek en kusursuz sonuçları yaratacağını bilerek her olayı hayra yormaktır. Zira Allah'a iman eden ve imanı ile her olayı hayır gözüyle değerlendirip, hayra yorumlayan bir insan dünyada da ahirette de hep hayır ve güzelliklerle karşılaşacaktır.


Yukarıda söz ettiğimiz bu büyük hakikate, Kuran'da pek çok ayetle dikkat çekilmiştir. Bu yüzden kader gerçeğini unutmak büyük bir hata olur. Allah'ın yarattığı kader tektir ve aynısı ile yaşanır. Bazı kişilerin aklına kader dendiğinde adeta "felakete teselli" gibi yanlış bir kavram gelir. İman edenler ise kaderi en doğru şekilde kavrar ve kaderinin kendileri için en hayırlısı olduğunu bilirler.


Kader Müslüman için baştan sona kusursuz hazırlanmış, hikmet ve hayırlarla dolu bir cennet hazırlığıdır. Müminin bu dünyada karşılaştığı her zorluk cennette sonsuza kadar alacağı zevklerin, neşenin ve huzurun kaynağıdır. "... Zorlukla birlikte bir kolaylık vardır" (İnşirah Suresi, 5) ayeti de bir yönü ile bu gerçeğe işaret etmektedir. Müminin gösterdiği sabır ve cesaret, çok güzel nimetlerle sonsuza kadar mükafatlandırılmış halde kaderde yazılıdır.


Bir mümin gün içerisinde bazı olaylara üzülebilir, tedirginlik hissedebilir. Bu üzüntü ve tedirginliğin sebebi o an için, karşısına çıkan olayların kaderde olduğunu, herşeyi Allah'ın yarattığını unutmuş olmasıdır. Ona, "bu olayı Allah hayırla yarattı" dense eğer o anda gafil değilse hemen gerçekleri görür ve rahatlar. Bu yüzden Müslüman an an her olayın kaderde olduğunu daima hatırlamalı ve hatırlatmalıdır.


Allah'ın ezelde hayır ve hikmetle hazırladığı olaylara tevekkül etmeli, güzelliklerini görmeye, hikmetlerini anlamaya çalışmalıdır. Her insan Allah'ın dilemesi ile bu gerçekleri anlayabilir. Belki olaylardaki sayısız hayır ve hikmetin tamamı ilk anda tespit edilemeyebilir; ama eğer bir olay gerçekleşmişse bilinmelidir ki o zaten Müslüman için Allah'ın yarattığı hayır ve hikmetle birlikte gerçekleşmiştir.

Canlı, Cansız Dünyadaki Her Varlığın Bir Kader ile Yaratıldığını Bilmek...


Kader, Allah'ın geçmişten geleceğe kadar, yaşanmış ve yaşanacak olan tüm olayları tek bir an olarak bilmesidir. Bu, Allah'ın her varlık ve olay üzerindeki mutlak hakimiyetini ifade eder. İnsanlar yaşamlarındaki olayları ancak yaşadıkları zaman öğrenebilirler. Ama Allah tüm bunları, henüz yaşanmadan önce de bilendir. Allah için geçmiş, şu an ve gelecek zaman birdir. Hepsi de Allah'ın ilmi ve kuşatması altındadır. Çünkü bunların hepsini yaratan Rabbimiz'dir.


"Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık" (Kamer Suresi, 49) ayetiyle de bildirildiği gibi dünyadaki her varlığın bir kaderi vardır. Bazı insanlar kaderin işleyişindeki mükemmelliği ve bu düzenin ardında Allah'ın sonsuz gücünün olduğunu düşünmezler. Bazıları da kaderi sadece insanları ilgilendiren bir konu olarak sınırlandırırlar. Oysa evinizdeki eşyadan yolda gördüğünüz bir taş parçasına, kuru bir ota ya da meyva veren bir daldan tutun da bakkalda rafta duran kavanoza kadar evrendeki canlı cansız tüm varlıkların Allah Katında belirlenmiş bir kaderleri vardır. Ve her eşya ya da her canlı varlık için yaratılan kaderi de, sonsuz akıl sahibi Allah belirlemiştir.


İnsanın dolaylı ya da direk olarak muhatap olduğu herşey, gördüğü her olay, duyduğu her ses tümüyle kişinin dünya hayatındaki "blok" halindeki yaşamının bir parçasıdır. Evrende meydana gelen büyük ya da küçük her olay bir hikmet üzerine gerçekleşir. Hiçbir çiçek tesadüfi olarak açmaz ya da tesadüfi olarak solmaz. Ya da hiçbir insan tesadüfen doğup, tesadüfen ölmez. Hiçbir insan yanlışlıkla ya da kontrolsüz olarak hastalanmaz. Eğer bir iyilikle ya da bir kötülükle karşılaşıyorsa, bu hiçbir zaman için tesadüfi ya da şans eseri gerçekleşmez. Her birini, insanın yaratılışı ile birlikte, Allah özel olarak belirlemiştir.

Allah Kuran'da, "Gaybın anahtarları O'nun Katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir kitaptadır" (Enam Suresi, 59) ayetiyle, toprağın ya da okyanusların kilometrelerce derinliklerinde meydana gelen olaylardan tutun da tek bir yaprak tanesinin düşüşüne kadar evrende meydana gelen her hareketin belirlenmiş bir kader üzerine gerçekleştiğini bildirmiştir.


Ne var ki insanların birçoğu yaşadıkları kaderin her anını Yüce Allah'ın yarattığının bilincinde değildirler. Kimileri nasıl yaratıldıklarını, hayatları boyunca karşılarına çıkan tüm bu nimetlerin nasıl var olduğunu bile hiç düşünmemiştir. Kimileri ise hayatı ve ölümü Allah'ın yarattığını, ancak hayatın içerdiği detayların tesadüfi bir biçimde geliştiğini zannederler.


Oysa Kuran'da, "Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır" (Hadid Suresi, 22) ayetiyle, karşılaşılan her olayı, her detayı Allah'ın özel bir hikmet ve akıl ile planlamış olduğu bildirilmektedir. İnsanın bu önemli gerçeği anlaması son derece önemlidir. Çünkü dünyadaki her varlığın kaderini sonsuz akıl ve bilgi sahibi olan Allah belirlemektedir. Dolayısıyla her ayrıntı, olabilecek en mükemmel şekilde planlanmakta ve olabilecek en hikmetli şekilde yaratılmaktadır. Bu gerçeğin şuruna varan bir insan artık hayatın her anından; olumlu görünenler kadar aksilik gibi görünen anlardan da fazlasıyla hoşnut olacaktır. Çünkü Allah'ın salih kulları için kaderi en güzel şekilde yarattığını bilecektir. Allah'ın güzel gördüğü birşey için insanın olumsuz bir zanna kapılmasının büyük bir gaflet olduğunu fark edecektir. Bu imani kavrayış, olaylara hayır gözüyle bakmasını ve olaylardaki hayır ve hikmetleri fark etmesini sağlayacaktır.


Aksi bir düşünce, yani insanın olumsuzluklarla karşılaştığında, başına gelen olayı Allah'ın yaratmadığını, bir başkasının buna sebep olduğunu sanması ise kişinin kaderi anlayamamış olmasındandır. Olumsuz gibi görünen her olay aslında birer "kader dersi"dir. Herşeyi mutlaka hikmet ve hayır gözüyle değerlendirmek gerekir. Büyük, orta derecede önemli ya da önemsiz gibi görünen her olay kaderde hikmet ve hayırla yaratılmıştır. Bazı insanlar sık karşılaştıkları, istemedikleri şekilde gelişen olaylara aksilik derler. Oysaki aksilikte de hayır ve hikmet vardır. İnsan aksi zanneder, halbuki en doğrusu kaderde o olayın o şekilde gerçekleşmesidir.


Gün içinde insanları üzen, rahatlarını kaçıran, onları kızdıran, sıkan, aksilik, terslik olarak adlandırılan olayların hikmet ve hayırlarını Allah bir anda toplu olarak gösterse, kişi üzülmesinin ne kadar yanlış olduğunu hemen anlar. İman eden bir insan bu hayırlar karşısında değil hüzünlenmek, tam tersine büyük bir sevinç ve neşe içinde olur. Bu nedenle insana düşen görev, kaderde yaniYüce Allah'ın kusursuz yaratmasının hikmetli bir detayı olan olaylarda hep hayır ve hikmet aramak ve bu kavrayışa sahip olmanın sevincini yaşamaktır.

Hayır Gibi Görünen Olaylarda Şer, Şer Gibi Görünen Olaylarda Hayır Olabileceğini Bilmek...


Önceki satırlarda Allah'ın sonsuz akıl sahibi olduğundan ve dünya hayatında meydana gelen her olayı özel bir plan ve kader doğrultusunda, hayır ve hikmetle yarattığından bahsettik. Bu noktada anlaşılması gereken bir başka konu ise, Allah'ın yarattığı olayların hangisinde hayır, hangisinde şer olabileceğini asıl olarak bilecek olanın yalnızca Allah olduğudur. Çünkü Allah sonsuz, insan ise sınırlı bir akla sahiptir. İnsan ancak olayların dıştan görünen kısmı ile muhatap olabilmekte ve ancak kendi anlayışı ile bu olayları değerlendirebilmektedir. Sınırlı bilgi ve anlayışı ile kimi zaman hayır ve güzellik olan bir olayı olumsuz, kötülük ile dolu olan bir olayı ise olumlu ve hayırlı olarak nitelendirebilmektedir. Bu durumda doğruları görebilmek için iman eden bir insanın yapması gereken şey, Allah'ın sonsuz akıl ve bilgisine teslim olarak, her olaya hayır gözüyle bakmaktır. Nitekim Allah bir ayetinde insanlara şöyle buyurmaktadır:


... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216)


Allah'ın bu ayette bildirdiği gibi, insanın kendisi için çok hayırlı ve güzel olacağını sandığı bir olay aslında dünyada ve ahirette hüsrana uğramasına neden olacak olabilir. Ya da zarara uğrayacağını düşünerek kaçtığı bir olay kişiye güzellik, bereket bolluk ve huzur getirecek olabilir. Tüm bunların gerçek bilgisi sadece ve sadece Allah Katında gizlidir. Gerek şer gerekse hayır gibi görünen tüm olaylar Allah'ın dilemesiyle gerçekleşir.


Allah kim için neyi dilerse o olur. Kuran'da, "Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse. O'nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir." (Yunus Suresi, 107) ayetiyle de bu önemli gerçek hatırlatılmıştır.

Dolayısıyla Rabbimiz'den bize gelen her olay, hayır gibi de görünse şer gibi de görünse aslında bizim için hayırlıdır. Daha önce söz ettiğimiz gibi olayların sonucunu takdir edebilecek olan zaman ve mekanla sınırlı insanlar değil, zamandan ve mekandan münezzeh olan, zamanı, mekanı, olayları ve insanları da tek bir anda yaratmış olan Allah'tır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Zamansızlık ve Kader Gerçeği)

MÜMİNLER İÇİN HER OLAYDA HAYIR VARDIR


Her insanın hayatında zor anlar olarak nitelendirebilecek zamanlar vardır. Kuran ahlakından uzak yaşayan insanların birçoğu bu anları huzursuzluk, üzüntü ve sıkıntı gibi duygular içerisinde geçirirler. Böyle ortamlarda sinirlilik, gerginlik, tartışmacılık yoğun bir şekilde sergiledikleri tavırlardır. Bu tepkilerin tek nedeni ise, kitabın başından beri söz ettiğimiz gibi, bu kişilerin dinin getirdiği güzel ahlaktan uzak yaşamalarıdır. Allah'a ve O'nun yaratmış olduğu kaderin kusursuzluğuna iman etmedikleri için, karşılaştıkları olayların, çektikleri zorlukların arkasında bir hikmet ve hayır göremezler. Nitekim iman etmedikleri için zaten dünyada geçirdikleri her an kendi aleyhlerine işlemektedir. Onlar da bunun sıkıntısı ve gerginliği içinde yaşamlarını sürdürürler.


Müminler ise, Allah'ın dünya hayatında kendileri için yarattığı zorlukların birer imtihan olduğunu bilirler. Bu denemelerin, salih Müslümanlar ile "kalplerinde hastalık bulunan" ve samimi olarak iman etmeyen kişilerin ayrılması için özel olarak yaratıldığının farkındadırlar. Çünkü Allah Müslümanları mutlaka deneyeceğini ve doğru olanlarla olmayanları birbirinden ayırt edeceğini Kuran'da şöyle vaat etmiştir:


Yoksa siz, Allah, içinizden cehd edenleri (çaba harcayanları) belirtip-ayırt etmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Al-i İmran Suresi, 142)


Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırdedinceye kadar müminleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. (Al-i İmran Suresi, 179)


Bu konuyla ilgili olarak Kuran'da, Peygamberimiz (sav) döneminde yaşanan şöyle bir olay örnek verilmiştir:

İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün, size isabet eden ancak Allah'ın izniyle idi. (Bu, Allah'ın) mü'minleri ayırdetmesi; Münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. (Al-i İmran Suresi, 166-167)


Yukarıdaki ayetler aslında şu ana kadar söz ettiğimiz konuyu açıklamaktadır. Peygamberimiz (sav) döneminde Müslümanlar zorlu ortamlarla karşılaşmış, zahiren birtakım sıkıntılar çekmişlerdir. Zahiren müminler zorlu bir mücadele içinde gibi gözükmektedirler. Ancak ayetlerde bildirildiği gibi, bu olay da Allah'ın izniyle gerçekleşmiş ve müminlere zarar vermeye çalışan münafıkların ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Yani sonucu, müminler için -her zaman olduğu gibi- hayra dönmüştür.


Müminler, bu ayetlerde haber verilen gerçekleri bildikleri için kötü gibi görünen bir olayı ya da zorluk anını, samimiyetlerini, Yüce Allah'a olan bağlılıklarını ve tevekküllerini göstermek için güzel bir fırsat olarak değerlendirirler. Dünyada hem zorluklarla hem de nimetlerle denendiklerini asla akıllarından çıkarmazlar. Bu güzel ahlaklarının ve teslimiyetlerinin bir sonucu olarak Allah kötü gibi görünen olayları ve zorlukları salih kullarının lehine çevirir.


İlerleyen sayfalarda insanların günlük yaşamlarında karşılaşabilecekleri bazı zorluklardan, dünya hayatına has denemelerden bahsedilecektir. Amaç, inananlar için zorluk gibi görünen olayların ardında gizli olan hayırları, dünyada ve ahirette zorluklara sabretmenin müminlere getireceği güzellikleri ve nimetleri hatırlatmaktır.

Mallardan Eksiltme ile Denenme


İnsanların birçoğunun yaşamlarındaki en önemli amaçlardan biri, mal, mülk zenginliğine sahip olabilmektir. Yaşamlarında çok önemli bir yer teşkil eden bu hedefe ulaşabilmek için her yolu dener, hiçbir şeyden çekinmezler. İnsanların mala verdikleri bu değer Kuran'da "tutkulu şehvet" ve "dünya hayatının çekici süsü" olarak tanımlanmıştır. Ayetlerde şöyle buyrulur:


Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)


Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici süsüdür; sürekli olan salih davranışlar ise Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 46)


Allah bir başka ayetinde ise din ahlakından uzak yaşayan insanlar için, "Malı 'bir yığma tutkusu ve hırsıyla' seviyorsunuz" (Fecr Suresi, 20) şeklinde bildirmektedir. Bu ayetten de anlaşıldığı gibi cahiliye toplumu insanları mal sahibi olma konusunda bir hırs içerisindedirler. Çünkü mal ve mülk zenginliği, din ahlakını temel almayan toplumlar için, üstünlüğü ifade eden çok önemli bir özelliktir. Bu yanlış modelde, malı olana saygı duyulur, hürmet gösterilir ve değer verilir. İnsanlar istedikleri zenginliği elde ettiklerinde çok büyük bir güce sahip olduklarını düşünürler. Bu bakımdan herkesin en öncelikli isteklerinden biri, çok fazla zenginliğe sahip olmaktır.

Cahiliye insanlarının mala ve zenginliğe bu kadar düşkün olmaları, hayatları boyunca sahip olduklarını kaybetme korkusunu da beraberinde getirir. Bu çarpık mantığa ve anlayışa sahip olan bazı insanlar, malları bir sebepten dolayı ellerinden alınırsa tamamen umutsuzluğa düşer ve Allah'a karşı isyankar bir tavır gösterirler. Mallarının eksilmesinin aslında bir deneme olduğundan tamamen gaflette oldukları için, büyük bir zarara uğramanın üzüntüsünü yaşarlar.

Oysa Allah Kuran'da, iman eden kullarına ellerinden çıkanlar için üzüntü duymamalarını ve kendilerine verdiği nimetler dolayısıyla da sevinip şımarmamalarını emretmiştir. (Hadid Suresi, 23) Allah, ayetlerinde insanları itidalli olmaya ve güzel ahlaka çağırmaktadır. Bir insanın mal ve mülkü arttığında şımarması, eksildiğinde ise ümitsizliğe kapılması Allah'a karşı nankörlük olur.


Fakat olayları kendi çarpık anlayışlarına göre değerlendiren cahiliye toplumu insanları mal kaybında duyulan üzüntüyü doğal karşılarlar. Örneğin bir kişinin hayatı boyunca çalışıp sahip olduğu serveti bir doğal afet nedeniyle birkaç saniyede elinden alınabilir. Ya da uzun süre para biriktirip aldığı güzel bir ev, kısa süren bir yangından dolayı kullanılamayacak hale gelebilir. Dünya hayatının bir deneme mekanı olduğunun ve böyle bir olay ile imtihan edildiğinin bilincinde olmayan insan, malı bir anda elinden alındığında neye uğradığını şaşırır, olumsuz ve isyankar bir ahlak gösterir.


Din ahlakından uzak insanlar mal kaybını bu bozuk bakış açısıyla değerlendirdikleri için, bu olayın hayırlı ve iyi bir yönü olamayacağını düşünürler. Nitekim bu bakış açıları ve Allah'a karşı gösterdikleri tevekkülsüzlük nedeniyle, gerçekten de bu olay kendi aleyhlerinde olur.


Oysa hayır gözüyle bakan insanlar için durum tamamen farklıdır. Mülklerini yitirmelerinin o anda bilmedikleri pek çok hikmetleri ve hayırları bulunmaktadır. Belki de Allah, bu vesile ile zenginlikten şımarmış ve büyüklük hissi duyarak dünya hayatının geçici heveslerine kapılmış olan kullarına bir hatırlatma yapmaktadır. Onlara, bütün gücün Kendisi'ne ait olduğunu ve sadece Kendisi'ne rağbet etmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Veya o zor anda sabreden, tevekkül eden kullarına dünyada ve ahirette daha güzeliyle karşılık vererek onlar için bilmedikleri hayırlı bir gelecek belirlemiş olabilir. Dünya hayatının geçici ve zahiri menfaatleri yerine sonsuz olan ahiret hayatındaki sayısız nimetleri onlara verebilir, ki dünyanın geçici nimetleri ile ahiretin sonsuz nimetleri arasında bir kıyas yapıldığında sonsuz ahiret nimetlerinin daha hayırlı olduğu son derece açıktır.


Bu tarz olayların dünyaya yönelik de pek çok hayrı bulunabilir. Örneğin bir insan yeni satın aldığı arabasıyla kaza geçirse ve araba ağır hasar görse bile bunda muhakkak bir hayır vardır. Allah, belki de bu insanı daha büyük bir kazadan ya da başına gelebilecek kötü bir olaydan korumuştur. Vicdanlı bir insan başına gelen bu olayı bir uyarı, bir hatırlatma olarak algılayıp bağışlanma diler ve Allah'ın yarattığı kadere kayıtsız şartsız teslimiyet gösterir.

"Olur ki Sevdiğiniz Şey Sizin İçin Bir Şerdir"


Bakara Suresi'nin 216. ayetinde Allah, "şer" olarak görülen bazı şeylerin insanlar için hayır getirebileceğini haber vermiştir. Ancak aynı ayette bunun yanı sıra insanların sevdiği şeylerin kendileri için "şer" olabileceği de haber verilmiştir. Kuran'da bu konuyla ilgili verilen bir örnek, cimrilik yapan zengin inkarcıların konumlarıdır. İnkarcıların, cimriliği, halk arasındaki tabiriyle "uyanıklık" zannetmeleri ve Allah yolunda kullanmadıkları zenginliklerinin kendileri için bir fayda getireceğini sanmaları çok büyük bir gaflettir. Çünkü Allah, böyle bir zenginliğin, sahipleri için "şer" olduğunu ve ahirette kendilerine azap nedeni olacağını Kuran'da bildirmiştir:


Allah'ın bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir. Kıyamet günü cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır... (Al-i İmran Suresi, 180)


Kasas Suresi'nde de, Allah'ın kendisine büyük bir zenginlik verdiği, fakat bu nedenle şımarıklığa kapılan ve azgınlaşan Karun'un kıssası anlatılmaktadır. Kendisine yapılan uyarıları dinlememesi nedeniyle helak edilen Karun'un durumu, insanlar için ibret teşkil etmektedir. Karun'un durumu Kuran'da şöyle haber verilmektedir:


. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: "Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez. Allah'ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez." Dedi ki: "Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. (Kasas Suresi, 76-78)


Ayetlerde bildirildiği gibi, Karun sahip olduğu zenginliğin kendisine hayır getireceğini zannetmiş ve elindekilerle şımarıklığa kapılmış ve büyüklenmiştir. Ancak sonunda hüsrana uğramıştır.

Müminlerin ise "malı-mülkü" değerlendiriş şekli buraya kadar anlatılan bozuk cahiliye anlayışından tamamen farklıdır. Kuran'da emredildiği gibi davranan bir mümin için mülk sahibi olmak hayatında çok önemli bir yer tutmaz.

Mal tutkusu, yığma hırsı gibi cahiliyeye özgü davranışların hiçbiri müminlerin üstün ahlakında görülmez. Çünkü mümin tüm yaşamını Allah'ın rızasını kazanmaya adamıştır. Bu sebepten dolayı mallarını da Allah yolunda kullanır ve nefsinin bencil tutkularına asla kapılmaz; dünyevi çıkarlara değil, her zaman ahirette kazanacağı güzelliklere yönelir. İşte böyle hereket eden müminler Allah Katında üstün kılınmışlardır. Ve Allah onları Kuran'da şöyle müjdelemektedir:


Hiç şüphesiz Allah, müminlerden karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere, canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kuran'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek kimdir? Şu halde yaptığınız bu alış verişten dolayı sevinip müjdeleşiniz. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 111)


Bu gerçeğin farkında olan peygamberler, elçiler, salih müminler tarih boyunca kendilerine nimet olarak verilen malın aslında Rabbimiz Allah'a ait olduğunu bilerek hareket etmişler; tüm servetlerini ve zenginliklerini Allah'ı razı edeceklerini umdukları şekilde kullanmışlardır. Örneğin, ayette belirtildiği üzere müminler, "... mala olan sevgilerine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere" (Bakara Suresi, 177) verecek bir ahlaka ve merhamete sahiptirler. Ayrıca müminler bazı insanların yaptığı gibi gösteriş olarak değil, tam tersine "... yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak ve imanlarını kökleştirip-güçlendirmek için" (Bakara Suresi, 265) infak ederler . Dolayısıyla mallarından bir eksilme olduğu zaman da cahiliyenin tepkilerinin tam tersi olarak, bunun Allah'ın bir imtihanı olduğunun bilincinde hareket ederler, sabrederler ve hayır gözüyle bakarlar. İnananların böyle bir durumda nasıl bir tavır gösterdikleri Kuran'da şöyle bildirilmiştir:


De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen, herşeye güç yetirensin." (Al-i İmran Suresi, 26)


Sonuçta, inananlar çok iyi bilirler ki inkarcıların malları onlara dünyada hayır değil, tam aksine bir azap konusu olacaktır. Bu, Yüce Allah'ın vaadidir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:


Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azablandırmak ve canlarının inkar içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe Suresi, 55)

Hastalıkların Ardındaki Gizli Hikmetler


Cahiliye toplumu insanları sürekli olarak gelecekleri için planlar yapar ve bu planlarının her zaman kendi tasarladıkları şekilde gelişmesini beklerler. Bu yüzden de ani gelen bir hastalık veya beklenmedik bir kaza ile karşılaştıklarında bir anda tüm yaşamları alt üst olur. Çünkü yaptıkları planlar içinde hastalık veya kaza gibi bir olaya hiç yer vermemişlerdir. Hatta birçoğu, sağlıklı bir bedene sahipken -her gün binlerce kişinin başına gelebilen- bu tarz olaylarla karşı karşıya gelebileceğini düşünmemiştir bile.

Bu yüzden de cahiliye insanları böyle bir durum oluştuğunda hemen isyankar bir tutum içine girerler. "Niye benim başıma böyle bir olay geldi?" gibi kader gerçeğine son derece ters bir davranış gösterirler. Bu mantıkla hareket eden, din ahlakından uzak yaşayan insanlar için bir hastalık veya kaza anında tevekkül etmek ya da karşılaştıkları olaya hayır gözüyle bakmak mümkün değildir.

Kader gerçeğini kavrayamamış olan bu insanlar, başlarına gelen bir hastalığın sebebi olarak yalnızca virüsleri veya mikropları görürler. Yine aynı şekilde bir trafik kazası geçirdiklerinde, bunun tek sebebinin kötü araba kullanan bir insan olduğunu zannederler. Halbuki gerçek böyle değildir. Hastalığa sebep olan her mikroorganizma veya insana zarar veren her araç, her insan Allah'ın sebep olarak yarattığı varlıklardır. Ve bu varlıkların hiçbiri başıboş değildir; tümü ancak ve ancak Allah'ın kontrolü ile hareket etmektedirler. Eğer bir virüs yüzünden bir insan ağır bir hastalığa yakalanıyorsa, bu, Yüce Allah'ın bilgisi dahilindedir. Eğer bir araba bir insana çarpıp onu sakat bırakıyorsa, bu da Allah'ın yarattığı kadere tabi bir olaydır. Bir insan ne yaparsa yapsın bunları değişteremez; kaderinden tek bir anı çekip çıkaramaz. Çünkü kader bir bütün olarak yaratılır. Ve sonsuz kudret sahibi Allah'a teslim olan, O'nun sonsuz aklına ve rahmetine güvenip dayanan insan için hastalık da, kaza da, diğer musibet gibi görünen olaylar da sonu hayırla bitecek geçici imtihanlardır. Önemli olan, Allah'a iman eden, O'nun yaratmış olduğu kadere teslim olan insanların bu tür zorluk ve hastalık anlarında gösterecekleri güzel ahlaktır.

Hastalıklar ve kazalar, müminlerin sabırlarını ve ahlaklarının güzelliğini ortaya koyacakları bir dönem ve Allah'a yakınlaşmak için çok önemli fırsatlardır. Allah Kuran'da zorluklar karşısında gösterilecek sabrın önemini anlatırken hastalık dönemini de belirtmiştir:


. Ama iyilik, Allah'a ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır. (Bakara Suresi, 177)


Yukarıda da belirtildiği gibi ayette hastalık döneminin de belirtilmiş olması düşündürücüdür. Fiziksel bir rahatsızlıkla karşılaşan insanın güzel ahlak göstermek için bütün bunların birer imtihan olduğunu; hastalığı da şifayı da yaratanın sadece Allah olduğunu düşünmesi gerekir. Eğer kişi hastalığındaki veya geçirdiği kazadaki hayırları ve hikmetleri düşünürse, bunları o an için göremese bile karşılaştığı zorluktan çok karlı çıkar. Dünyada geçici bir zorluk yaşar ama, Allah'ın izniyle ahirette Rabbimiz'e içten teslim olmuş olmanın sonsuz güzelliği ile mükafatlandırılmayı umut edebilir.

Ancak unutulmamalıdır ki, bu gerçeği kalben kavrayabilmek ve asıl olarak böyle bir olayla karşılaştığında güzel ahlak gösterebilmek çok önemlidir. Bunun için de bütün hastalıkların bir hikmet üzerine yaratıldığını aklından çıkarmaması gerekir. Allah dilerse insan hiçbir zaman hasta olmaz, ağrı duymaz veya acı çekmez. Ama eğer insan böyle bir zorlukla karşılaşırsa da, bilmelidir ki bu zorluğu yaşamasının, hem dünyanın geçiciliğini hem de Allah'ın sonsuz gücünü anlayabilmesi açısından pek çok hikmeti vardır.

Bu bölümde bu hikmetlerden birkaçından söz ederek, hastalık veya kaza gibi durumlarda samimi bir müminin tevekkül ve teslimiyetinin nasıl olması gerektiğine dikkat çekeceğiz.

Hastalık insana acizliğini ve Allah'a muhtaç olduğunu hatırlatır




Hastalık anında insanın o güne kadar sapasağlam olan vücudu gözle dahi göremediği virüslere ve mikroplara karşı yenik düşer. Ve bilindiği gibi pek çok hastalık halsizlik, çeşitli bölgelerdeki ağrı ve acıyla kendini gösterir. Hatta bazı hastalık türlerinde insan yataktan dahi kalkamayacak kadar yorgun olabilir ya da o derece ağrı içerisinde olabilir. Mikroskobik bir virüsün kendi bedeni üzerinde meydana getirdiği bu zayıflığa engel olmaya güç yetiremeyen insan, böyle anlarda acizliğini ve Allah'a ne kadar muhtaç bir durumda olduğunu çok daha iyi kavrar. Böylece sağlıklı iken büyüklüğe kapılan, enaniyet yapan, sahip olduklarıyla gururlanan kişi belki de gereği gibi düşünmediği bu gerçeğin şuuruna varabilir. Herşeyin Yaratıcısı olan Rabbimiz'in sonsuz kudretini daha iyi takdir edebilir.

Hastalıkla birlikte sağlıklı olmanın Allah'ın bir lütfu ve nimeti olduğu daha iyi anlaşılır


Günlük hayatta çoğu zaman düşünülmeyen konulardan bir tanesi de sağlıklı olmanın aslında ne derece büyük bir nimet olduğudur. Uzun süre hasta olmayan, dolayısıyla bir rahatsızlık, ağrı ya da acı hissetmeyen insan bu duruma alışır. Ama ani bir hastalık ile karşılaştığında aslında sağlıklı olmanın Allah'ın bir lütfu olduğunun farkına varır. Çünkü bir şeyin değeri, o şey kaybedildiğinde veya ondan mahrum kalındığında çok daha iyi anlaşılır. Ünlü İslam düşünürü Said Nursi'nin de söylediği gibi; "Soğuk olmazsa sıcaklık anlaşılmaz; zevksiz kalır. Açlık olmazsa yemek lezzet vermez. Maraz olmazsa sıhhat lezzetsizdir. Yani herşey zıttıyla anlaşılır ve kıymet kazanır."

İnsan ciddi bir hastalıkta dünyanın geçiciliğini, ölümü ve ahireti daha çok düşünür hale gelebilir


İnsanların büyük bir kısmı hayati önemi olan bir hastalığa yakalandıklarında ya da bir uzuvlarını kaybettiklerinde bunu kendileri için kötü bir olay olarak değerlendirebilirler. Oysa belki de bu kişinin hastalığı dert olarak, bela olarak değil, ahirette kurtuluş bulması ve yalnızca Allah'a yönelmesi için bir vesile olarak kendisine verilmiş olabilir. Çünkü ciddi bir hastalığa kapılan insanın doğal olarak şuuru daha çok açılır. Yaşadığı zorlu hastalık insanın içinde bulunduğu alışkanlıklara dayalı ruh halinden yani gafletten çıkarak yaşamının anlamını ve ahiret gerçeğini daha çok düşünmesine neden olabilir. Bu kişi dünyaya bağlılığın anlamsızlığını ve ölümün ne kadar yakınında olduğunu kavrar.Tüm hayatını gaflet içerisinde geçirecekken, hiç beklemediği bir anda hastalanması ile birlikte belki de ahiret yaşamının ve Allah'ın rızasını kazanmanın önemini kavrayıp sonsuz hayatında kurtuluş bulabilir.

İnsanın Allah'a olan duası ve yakınlığı artar


Ciddi bir hastalığın vücut üzerindeki belirtileri arttıkça birçok insan her zaman düşünmekten kaçtığı ölümü düşünmeye başlar ve bu durumda kişi tüm samimiyetiyle Allah'a dua ederek sağlıklı bir hale gelmeyi ister. Yaşamı boyunca hiç dua etmemiş bir insan bile amansız bir hastalık karşısında Allah'a yalvarma ihtiyacı duyabilir. Rabbimiz'e karşı son derece samimi dua edebilir; bu sebepten dolayı da Allah'a olan yakınlığı artabilir. Ve eğer bu kişi iyileştiğinde de aynı samimiyetle dualarını sürdürürse, sağlığına kavuştuğunda nankörlük etmezse yakalandığı hastalık onun için büyük bir hayra yani ihlaslı bir yaşam sürdürmesine vesile olmuş olur.


Allah Kuran'da böyle zorluk anlarında Kendisine yönelen insanları haber vermiştir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı ve derinlemesine) bir dua sahibidir. (Fussilet Suresi, 51)


İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken Bize dua eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarara Bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları böyle süslenmiştir. (Yunus Suresi, 12)


İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman, 'gönülden katıksız bağlılar' olarak, Rablerine dua ederler; sonra Kendinden onlara bir rahmet taddırınca hemencecik bir grup Rablerine şirk koşarlar. (Rum Suresi, 33)


Ancak yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığı gibi insanın zorluk anında dua etmesi yeterli değildir; Allah'a karşı acizliğini anladığında dua ettiği gibi, kendisine nimet verildiğinde de Allah'a sığınması gerekir. Bu şekilde hastalık ve sıkıntı, bu zorluğa maruz kalan kişinin aczini anlayarak tevbe etmesine ve geri kalan ömrünü teslimiyetle geçirmesine vesile olacaktır.

Hastalığa gösterilen tevekkülün ve sabrın karşılığı ahirette sonsuz cennete kavuşarak alınır


Daha önce de belirttiğimiz gibi, hastalıkların bir hikmeti de dünya hayatında insanların sabırlarının ve Allah'a olan tevekküllerinin denenmesidir. Müminler bir hastalık durumunda Allah'a olan sadakatleri, gösterdikleri tevekkül ve sabırları ile cahiliye toplumunu oluşturan fertlerden ayrılırlar. Çünkü zor zamanlarda gösterdikleri güzel tavırlarının Allah'ın rızasını kazanmaya uygun olduğunu bilir ve ahirette de büyük bir karşılığının olacağını umarlar. Hastalığı öncesinde Allah'a tam olarak teslim olmamış bir kişi ise belki hastalığı sayesinde bu güzel özellikleri kazanabilir; geçici dünya hayatındaki kısa süreli sıkıntılarının karşılığında sonsuz cennet hayatının nimetlerine kavuşabilir.


Hz. İbrahim'in hastalık karşısındaki samimi duası müminler için güzel bir örnektir. Bu dua ayetlerde şöyle haber verilir:

"Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur," (Şuara Suresi, 80-81)

Bir başka güzel örnek ise Hz. Eyüb'ün rahatsızlığı sırasındaki tavrı ve üstün ahlakıdır. Kuran'da bildirildiğine göre, Hz. Eyüb'e şiddetli bir sıkıntı isabet etmiş, ancak bu sırada Allah'a çok büyük bir bağlılılık ve sadakat göstererek örnek bir tavır sergilemiştir. Bu nedenle Hz. Eyüp Allah'a olan teslimiyetli ve tevekküllü tavrıyla Kuran'da övülmüş bir peygamberdir.

Kuran'da haber verildiğine göre Hz. Eyüp bu sırada ayrıca şeytanın olumsuz telkinleriyle karşılaşmıştır. Şeytan, içinde bulunduğu hassas durumdan faydalanarak onu tevekkülsüz davranmaya teşvik etmeye çalışmıştır. Hastalık ya da bir sıkıntı durumunda bazı insanlar dikkatlerini çok fazla yoğunlaştıramadıkları için şeytanın telkinine açık bir duruma gelebilirler; ancak Hz. Eyüp Allah'a gönülden bağlı bir peygamber olarak şeytanın bu tuzağına düşmemiştir. Sıkıntısını samimi olarak Allah'a açmış ve O'ndan yardım dileyerek dua etmiştir. Kuran'da Hz. Eyüb'ün örnek duası şöyle bildirilmektedir:


Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: "Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın." Böylece onun duasına icabet ettik. Kendisinden o derdi giderdik. (Enbiya Suresi, 83-84)

Allah, onun bu samimi duasına icabet ederek "Şafi" (şifa veren) sıfatı ile neyin kendisine şifa olacağını Hz. Eyüb'e bildirmiştir. Ayetlerde şöyle bildirilmektedir:


Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o: "Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu" diye Rabbine seslenmişti.

"Ayağını depret. İşte yıkanacak ve içecek soğuk" (su, diye vahyettik.) Katımızdan ona bir rahmet ve temiz akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir benzerini de bağışladık. "Ve eline bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve andını bozma." Gerçekten, Biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi. (Sad Suresi, 41-44)


Hz. Eyüp kendisine dokunan sıkıntı esnasında Rabbimiz'e olan tevekkülü, bağlılığı ve sabrı ile gösterdiği üstün ahlakın mükafatını ve karşılığını hiç kuşku yok ki eksiksiz olarak almıştır. (En doğrusunu Allah bilir) Kendisinden sonra gelen tüm Müslümanlara da bu derin tevekkülü ile güzel bir örnek olmuştur.

Müminlerin Yaptıkları Hatalarda da Hayır Vardır


Cahiliye toplumlarında en çok çekinilen konulardan bir tanesi hata yapmaktır. Çünkü hata yapan kişi toplumun gözünde küçük düşer ve genellikle de alay konusu edilir. Veya kendisi açısından önemli gördüğü bazı fırsatları kaçırabilir. Bu yüzden cahiliye bireyleri arasında hata yapmak adeta korkulu bir rüya haline gelmiştir.


Oysa Kuran ahlakında durum oldukça farklıdır. İlk olarak iman edenler hiç kimseyi yaptıkları hata ile değerlendirmezler. Hata yapan kişinin de bir insan olduğunu, hataya yatkın bir yapısı olduğunu bilir, ona karşı şefkat ve merhamet duyarlar.

Bununla birlikte mümin kendi bir hataya düştüğünde ise samimi olarak düşünüp yanlışlığını anlar; Allah korkusu ve vicdanı onu hemen harekete geçirir. Hatasını telafi etmek için çalışır. Sonsuz merhamet sahibi olan Allah'a dua eder ve bağışlanma diler.

Müminin hata yaptığında duyduğu pişmanlık da yine kendisi için hayırlıdır. Çünkü bu, cahiliyenin yaşadığı sıkıntılı bir pişmanlık değil, bir daha aynı hatayı tekrarlamamaya yönelik bir karardan ibarettir. Bu durumda müminin gösterdiği teslimiyet, tevekkül ve tüm olayların kaderinde olduğunu bilerek hareket etmesi çok önemlidir. Böylece Allah'a olan yakınlığı çok daha fazla artar.

"Her Nefis Ölümü Tadıcıdır."


Cahiliye inancına göre bir insanın başına gelebilecek en kötü olaylardan biri, yakınlarının veya kendisinin ölümüdür. Ölüme yaklaşmış olmak ya da bir yakınını yitirmek en çok korkulan konuların başında gelir. Ölüm, her zaman bir an önce kapatılması ve başka konular açılarak geçiştirilmesi gereken bir konu olarak değerlendirilir. Cahiliyenin çarpık anlayışına göre belki birçok konuya hayır gözüyle bakılabilir, ama bir kişinin ölümünde asla bir hayır görülmez.


Din ahlakını yaşamayan toplumların ölümü değerlendiriş biçimleri hep birbirine benzerdir ve farklı bir düşünce asla akıllarından geçmez. Söz konusu çevrelerde ölüm bir yokoluş olarak görülmekte ve ahiret hayatına tereddüt ile yaklaşılmaktadır. Din ahlakından uzak insanlar için dünya hayatı tek yaşamları, sahip olabilecekleri tek ömürdür. Dolayısıyla onlara göre ölüm ile birlikte bu imkan tamamen kaybolmakta ve çarpık anlayışlarına göre ölen kişinin arkasından geriye sadece üzüntü kalmaktadır. Özellikle de çok sevdiği bir yakını vefat eden bir insan iç dünyasında muhakkak büyük bir üzüntü ve sıkıntı yaşar. Hatta bir yakınının genç yaşta ölmesi durumunda Allah'a ve kadere karşı isyana varan davranışlar birbiri ardınca gelir. Oysa din ahlakından uzak olan bu insanlar çok önemli gerçekleri unutmaktadırlar:


Öncelikle yeryüzündeki insanların hiçbiri kendi istekleriyle dünyaya gelmemişlerdir. İnsanların hiçbiri kendi iradeleriyle yaşam sahibi olmamışlardır. Tüm insanların yaşamı Allah'a aittir; herkes Yüce Allah'ın takdir ettiği zamanda ve O'nun dilemesiyle hayat bulmuştur. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki canlı cansız her varlığın sahibi olan Allah, dilediği kişinin canını dilediği şekilde ve dilediği zamanda alacaktır. Allah'ın kaderde belirlemiş olduğu bu zamanı kimsenin ertelemeye veya öne almaya gücü yetmez. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:


Allah'ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölmek yoktur. O, süresi belirtilmiş bir yazıdır. Kim dünyanın yararını (sevabını) isterse ona ondan veririz, kim ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri pek yakında ödüllendireceğiz. (Al-i İmran Suresi, 145)


Ayrıca insan ölümden uzaklaşmak için ne kadar tedbir alırsa alsın, kendince ne kadar güvenlikli yerlere sığınırsa sığınsın ölümden kaçamaz. Hiç beklemediği bir şekilde bu dünyadan ayrılabilir. Aynı şekilde bir yakınının ölmemesi için ne kadar uğraşsa da, hatta tüm dünyanın imkanlarını seferber etse de bu isteğini -Allah dilemedikçe- gerçekleştiremez. Bir ayette ölümün her yerde insanı bulacağı şu şekilde ifade edilmiştir:


Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile. (Nisa Suresi, 78)


Bu yüzden insanın yapması gereken ölümden kaçmaya veya yakınlarını kaçırmaya çalışmak değil, aksine ölümden sonrası için hazırlık yapmak ve sevdiği insanların da ahiretteki sonsuz yaşamları için hazırlık yapmalarına vesile olmaktır.

Ölüm Bir Son Değil, Başlangıçtır


Ahiret inancı taşımayan veya inançları zayıf olan insanların ölüm ve ölümden sonraki yaşama bakış açıları son derece çarpıktır. Bundan dolayı yukarıda anlattığımız gibi ölümü hayırlı bir olay olarak değil, bir musibet olarak değerlendirirler. Ölen kişiyi bir daha asla göremeyeceklerini ve onun toprak olarak yok olduğunu düşünürler.


Oysa ölüm bir yokoluş değildir; aksine insanların asıl yurtları olan ahiret hayatına geçişleri için bir vesiledir. İnsanların, dünyada işledikleri iyiliklerin ve kötülüklerin karşılığını görecekleri hesap gününe yaklaştıkları bir olaydır. Ve istisnasız her insan ölüm anı ile karşılaşacaktır; ebedi yurt olan ahirete geçecektir. Bu, kimi insan için çok genç yaşlarda olabileceği gibi kimi insan içinde ileri yaşlarda olabilir. Ama sonuç olarak hiçbir insan yeryüzünde baki kalmayacaktır; insan yaşadığı her gün ölüm anına biraz daha yaklaşmaktadır. Bu yüzden ölümden kaçmaya çalışmak, ölümü düşünmemek, ölümü bir musibet olarak değerlendirmek son derece akılsızca bir davranıştır.


Bazı kişiler ise ahiret inançları olduğunu söylemelerine rağmen yine de ölen kişinin arkasından ağlamayı ve hüzünlenmeyi doğal karşılarlar. Halbuki Allah'ın adaleti sonsuzdur. Ölen kişi Rabbimiz'e hesabını verecek ve dünyada yaptığı herşeyin karşılığını misliyle alacaktır. Bu yüzden Allah'a ve ahiret gününe inanan, dünya hayatında Rabbimiz'in istediği gibi bir hayat yaşayan her insan için ölüm, sonsuz güzellikteki bir yaşamın kapısıdır. İman edenler için ölüm ebedi kurtuluşun başlangıcıdır. Ancak yeryüzünde büyüklenmiş, ahireti inkar etmiş, Allah'a hesap vereceğini göz ardı etmiş cahiliye insanları için ölüm, sonsuz bir azabın kapısıdır. Bu yüzden söz konusu insanların, ölümü bir hayır olarak değerlendirmeleri mümkün değildir.


Bu, tamamen zıt anlayış farklılığı nedeniyle, bir müminin ölümü ile karşılaşan diğer müminlerin tepkileri de cahiliye ahlakından ve hareketlerinden kesin olarak ayrılmaktadır. Çünkü cahiliye inancına göre olabilecek en kötü olay olarak değerlendirilen ölüm, müminler için yine bir hayır vesilesi olarak görülür. Müminler ölümü, Yüce Allah'ın aşağıdaki ayeti doğrultusunda değerlendirir:


Andolsun, eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, Allah'tan olan bir bağışlanma ve rahmet, onların bütün toplamakta olduklarından daha hayırlıdır. (Al-i İmran Suresi, 157)


Bu ayette görüldüğü gibi, müminlerin yaşamları gibi ölümleri de hayırlıdır. Özellikle Allah yolunda bir iş üzerindeyken ölen müminler için Allah Katında özel bir derece vardır. Bu nedenle şehitlik makamı aslında bir müminin şerefidir ve ahiretteki ecrini arttıracak hayırlı bir olaydır. Ahiret hayatını hedef edinen ve Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaşayan bir müminin yine Allah yolunda şehit olması son derece onur vericidir. Kuran'da haber verilmiş olan bu müjdeyi bilen müminler, bir başka mümin Allah rızasını kazanmak için çalışırken ölürse asla hüzne kapılmazlar. Tam tersine bu müminin ölümündeki hayırları ve güzellikleri görerek neşe ve mutluluk duyarlar. Hiç kuşku yok ki güzelliklerin en üstünü Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmaktır. Uzun ve hayırlı ömür süren, bütün ibadetlerini yerine getiren örneğin, yalan söylemekten kaçınan, iyilik yapmaktan hoşlanan, adaletli davranan, zekatını veren, orucunu tutan, 5 vakit namazına titizlik gösteren, Allah'ın sınırlarına uyan bir müminin Allah Katında üstün bir değeri olduğu umulur.


Buna karşılık inkarcı toplulukların tamamının içine düştüğü bir yanılgı vardır ki o da kendilerine tanınan yaşam süresi ne kadar uzun olursa, bunun o kadar hayırlarına olduğunu zannetmeleridir.


Aşağıdaki ayette Allah bu konudaki gerçeği çok kesin bir biçimde açıklamaktadır:


O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, Biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. (Al-i İmran Suresi, 178)


Bütün ideallerini ve yaşamlarını dünya hayatının geçici yararını elde etme amacı üzerine kuran cahiliye insanları ömürleri ne kadar uzun olursa o kadar çok dünyevi nimetlerden faydalanabileceklerini düşünürler. Böylece Allah'ı ve ahiret gününü tamamen unutarak yaşayan bu insanlar, boşa kullandıkları zamanın ahiret yaşamları için ne derece büyük önem taşıdığının şuuruna varmazlar. Oysa yukarıdaki ayette de bildirildiği gibi kendileri için hayır zannettikleri bu süre tamamen aleyhlerine işlemektedir.


Bu örnek üzerinde düşünen insan, hayır ve şer konusunu nasıl değerlendirmek gerektiğini, Allah'ın "hayır zannettiğiniz şer, şer zannettiğiniz hayır" (Bakara Suresi, 216) olabilir hükmünü çok daha derinlemesine kavrayabilir.